
Ahmet ALKAN
Orada Bir Dağ Var Uzakta, O Dağ Hasan Dağıdır
“Yol ile yolcu arasındaki en büyük engel kapının eşiğidir” Boşnak Atasözü

Hasan Dağı, Erciyes’ten sonra İç Anadolu bölgesinin en yüksek dağı olma özelliğine sahip, Aksaray ile Niğde arasında yer alan, 3268 metre yüksekliğinde bir dağımızdır. Birkaç defa Aksaray’a yolum düşmüş ve her seferinde Hasan Dağına çıkamamanın burukluğuyla Aksaray’dan ayrılmıştım. Bir vesile ile yolum yine Aksaray’a düştü ama bu gidişimde Hasan Dağına tırmanmaya ve başarabilirsem zirve yapmaya kararlıydım. Haziran ayının (2020 yılı) ortalarıydı Aksaray’a gidişimiz. Yazın sıcak günleri olmasına rağmen dağın kuzey yamaçlarında bir hayli kar bulunmaktaydı (Resim 1). Dağa ulaşabilmek için Aksaray üzerinden Helvadere Kasabası’na doğru hareket etmek gerekmektedir. Biz de bu güzergâhı takip ederek dağa doğru yol aldık. Asıl amacım dağa tırmanmak olsa da ekiptekileri henüz buna ikna edememiştim. Onlar dağın eteklerindeki yeşil alanda kahvaltı yapıp dönmeyi planlamaktaydı. Yol boyunca onlara dağa da tırmanacağımızı telkin ederek devam ettik. Öncelikle kahvaltı yapmak için Helvadere’den ekmek vs. alıp, suyumuzu meydandaki çeşmeden doldurarak yola devam ettik. Yolda ellili yaşlarda yaya bir amcaya rastladık. Nereye gittiğini sorduğumuzda Helvadere Piknik alanında görevli olduğunu ve oraya gittiğini söyleyince arabaya aldık ve yola birlikte devam ettik. Bu vesileyle amcaya Hasan Dağı ve Helvadere hakkında merak ettiklerimizi sorduk. Amca, 15 yıl önce birkaç defa turistlere rehberlik amaçlı dağa tırmandığını söyledi. Dağa tırmandığını duyunca hemen zirveye ulaşmanın ne kadar sürdüğünü filan sorduk. O da eğer zirve yürüyüşü yapmak istiyorsak sabah erken saatlerde yola çıkmamız gerektiğini söyledi. Amca ile sohbet eşliğinde yemyeşil meşe ağaçlarıyla kaplı Helvadere piknik alanına ulaştık. Sık meşe ağaçlarının bulunduğu piknik alanında kahvaltımızı yapmak üzere arabamızı boşalttık ve hemen çevreden odun toplamaya koyulduk. Odun ararken etrafta gördüğümüz beyaz mantarlardan da topladık. Fakat zehirli-zehirsiz ayrımını çok iyi yapamadığımız için yerli birisine sormadan yemeye cesaret edemedik. İyi ki de etmemişiz çünkü daha sonra arabayla getirdiğimiz amcaya sorduk ve hepsinin zehirli olduğunu söyledi. Sonrasında bol yeşilin içerisinde (Resim 2) saat 12:00 civarı kahvaltımızı yaptık. Hasan dağına giderseniz bu yeşilliğe uğramadan geçmemenizi öneririm.

Hepsinin dağda odun ateşinde pişirildiği kahvaltımız. Not: Tava dolu olduğu için sucuklar içinde bulunduğu kapta pişirildi. Dağda pratik çözümler önemli 🙂

Kahvaltıdan sonra araçla gidilen son noktaya kadar gidelim oradan döneriz şeklinde konuşularak Hasan Dağı’na doğru yola çıktık. Otelin ve Yörük çadırlarının bulunduğu noktaya geldiğimizde araç yolu bitmişti. Artık araçla devam etmenin imkânı yoktu. Biz de bu noktada aracımızı park ettik ve etrafı gözlemlemeye başladık. O sırada masumluğu yüzlerinden okunan Yörük çocukları yanımıza geldi. Biraz onlarla konuştuk. Fakat bu noktada biraz içimiz burkuldu ve kendimize kızdık. Bu çocukların burada olabileceğini düşünerek araca biraz market malzemesi (çikolata, bisküvi vs.) koymamız gerekirdi. Artık gelen çocuklardan diğerleri gidince bir kız çocuğu kaldı. Arkadaşın eşi çocuğa kendi kızının bilekliğini vererek sevindirdi. Küçük, masum yavru gülerek, sevinçle çadırlarına doğru koştu gitti. Daha sonra hanımlar arabayı park ettiğimiz yerdeki bir teyzeyle biraz muhabbet ettiler. Teyzenin bir diyaloğu çok dikkatimi çekti: Teyzeye “buralar ne güzel, temiz havanın içerisinde yaşıyorsunuz” dediklerinde teyze onlara cevaben: “hayatlarımızı bir aylığına değişmeye ne dersiniz, bir ay burada yaşayabilir misiniz?” sorusunu yöneltti. Bir anlık bir durgunluk olsa da bizimkilerin cevabı “sanki yaşayamayız” oldu. Bu sohbet bana gezip dolaştığımız yerlerin, yiyip içtiğimiz yiyeceklerin sefa tarafıyla ilgilenirken bu durumun bir de cefa tarafını düşünmemiz gerektiğini hatırlattı. Sonra öğlen namazlarını çadırların yakınında kılarak dağa doğru tırmanmaya başladık. Dağın çeşitli yerlerinden zirveye çıkılabilmektedir. Biz çıkış için en kolay denilen kısmı tercih ederek çadırların yanından dağa doğru tırmanmaya başladık. Dağ tüm heybetiyle karşımızda duruyordu. Zirve sanki çok yakınmış gibi dursa da koyduğumuz küçük hedeflere ulaşma zamanımıza bakınca dağın zirvesinin oldukça uzak olduğunu anlayabiliyorduk. Dağın eteklerinden zirvesine doğru çıkarken keçi sürüleri ile karşılaştık. Birbirimize: bu koyunların eti de ne lezzetlidir, stresten uzak, doğal ortamda istedikleri otlardan besleniyorlar diyerek gülüştük ve çobanlara selam ederek yolumuza devam ettik.

Artık ekip üyeleri yavaş yavaş pes etmeye başlamıştı. Zaten dağa çıkma niyetiyle gelmedikleri için bu halleri normalJ Ama ben de pes etmiyordum. Şurada dönelim, şu karşıki kayalıklarda dönelim, kara ulaşınca dönelim diyerek yanımdaki kişileri belli bir noktaya kadar çıkmaya ikna ettim. Sonra artık ısrarımın yetmediğini fark edince; “siz burada beni bekleyin eğer bir buçuk saate dönmezsem jandarmaya haber verirsiniz” diyerek biraz daha yürümek için fırsat yakaladım (telefon çekmediği için bana ulaşabilmeleri ancak jandarma yardımıyla olabilirdi). Yarım litre su ile yola çıktığım ve geldiğimiz yere kadar onun da yarısını bitirdiğim için öncelikle görünen kara kadar yürüyerek suyun üzerine kar doldurup bir şişe su elde etmem gerekiyordu. Ekipten ayrılarak tek başıma dağın zirvesine doğru yürümeye başladım. Aslında tek başına yürümenin dezavantajları olsa da avantajları da yok değildi. Tek yürümek kişiye daha fazla tefekkür etme, sorgulama imkânı sunuyor. Farklı duyguları bir arada yaşatıyor. Öncelikle ne kadar aciz olduğunu düşünüyor insan. Başına bir iş gelse bunun üstesinden gelip gelemeyeceğinin bile bilgisine sahip olmadığını görüyorsun. Ama hedefine ulaşırsan da tek başına başarmanın haklı gururunu yaşıyorsun. Kendini aşmış hissediyorsun. Bu duygularla dağa tırmanmaya devam ederken bizim ekibin de yavaş yavaş yukarı doğru çıktığını gördüm. Tabii dağa tırmanmanın vermiş olduğu heyecanla saate hiç bakmıyordum. Bir de baktım ki bir saat geçmiş ve onlar kara ulaşıp oturdular. Ben onları görebildiğim için (onlar 3 kişi) onların da beni gördüğünü düşünerek tırmanmaya devam ettim. Fakat üzerimdeki tişört kayaların renginde olduğundan onlar beni görmüyorlarmış. Zaten öncelikli yapacağım iş olan şişeme kar doldurma işini çoktan yapmıştım. Şişemde eriyen kar suyunu içerek 1 saat daha çıkmaya devam ettim. Yani ekibe 1.5 saate dönmezsem jandarmayı arayın diyeli 2 saat olmuştu. Zirveye doğru çıktıkça lavı andıran kayalara daha fazla rastlanmakta ve toprağın kül renginde olduğu görülmekteydi.

Zirvenin alt taraflarına çıktığımda (belki yukarı çıkınca yanlış güzergâh tercih etmişimdir) dağın biraz daha sarplaşması ve eriyen kar sularının toprağı ıslatmasıyla yerlerin kaygan hale gelmesinden dolayı biraz tedirgin oldum. Ayağımın altındaki kaya parçasının kayarak yuvarlanması da tuzu biberi oldu ve oradan geri dönmeye karar verdim. Çıktığım son noktadan birkaç görüntü:



Aşağıda ekip üyeleri beklediğinden ve vakit bir hayli ilerlediğinden burada hiç dinlenmeden geri dönmeye karar verdim. Fakat dinlenemeden hemen geri dönüşe geçtiğim için bacaklarımda bir yorgunluk vücudumda bir halsizlik hissettim. O anda aklıma bir fikir geldi. Önce şişeme kar doldurup sonrasında Resim 8’de görünen karın üzerinde kayarak aşağıya inme düşüncesi zihnime peyda oldu. Önce şişeye kar doldurdum. Sonrasında da karın üzerinde kaymaya karar verdim. Çocukluğum köyde geçtiği için bu konularda az çok tecrübem vardır. Kar yüzeyinde buzlanma olabileceğini düşünerek kontrol ettim fakat buzlanma görünmüyordu. Kaymak için karın üzerine oturdum ve kaymaya başlamadan önce hızımı kontrol edebilmek için kara ayakkabılarımın ökçesini iyice batırdım ve kaymaya başladım. Fakat işler beklediğim gibi gitmedi ve biranda hızlandım. Ökçelerimin yardığı kardan uçuşan kar taneleri sanki kar motorunun arkasından çıkıyordu. Eğer böyle kaymaya devam edersem beni büyük bir tehlike bekliyordu. Çünkü 300-400 metre sonra karın içerisinde ofis masası büyüklüğünde kayalar vardı, mutlaka birine çarpacaktım. Var gücümle ökçelerimi kara iyice batırıp el parmaklarımı da tırmık gibi yaparak mümkün olduğunca kara gömdüm ve biraz gidince durabildim. Fakat problem çözülmemişti. Karın tam ortasındayım. Sağa ya da sola giderek kenarı çıkmam lazım fakat iki tarafımda da kar var ve tekrar kontrolü kaybetmekten korkuyorum. O esnada cesaretimi toplayıp sağa doğru yavaş yavaş oturduğum yerden hareket etmeye başladım. Sağımda, benden biraz daha aşağıda, yarısı karın içinde yarısı dışında büyükçe bir kaya bulunmaktaydı. Amacım o kayanın oluşturduğu boşluğa tutunarak kenarı çıkmak. Fakat kontrolü kaybederek yeniden kaymaya başladım ama bu sefer olan gücümle kendimi sağa atarak o kayanın dibindeki boşluğa tutundum ve çok şükür bir yere çarpmadan kenarı çıkabildim. Artık iyice yorulmuştum ve adım artmak istemiyordum. Biraz yürüyünce hem ben ekiptekileri gördüm hem de onlar beni gördüler. Sonra dinlene dinlene onların yanına indim ve yavaş yavaş yaklaşık bir buçuk iki saatte aracın yanına vardık. Sonra oradaki bir teyzeden doğal keçi sütü alarak evin yolunu tuttuk.
Çocukluğumda ve sair zamanlarda çok defa dağa çıkmış olsam da (çobanlık, eve odun getirme vs.) tırmanış gayesiyle ilk defa bir dağa tırmanıyordum. Zirveye çıkıp kendimi gerçekleştirmiş olmanın mutluluğuna erişemesem de yüksekten uçsuz bucaksız ovaları gözlemleyerek sorgulama ve düşünme fırsatım oldu. Küçük dağları biz yaratmış gibi mağrurlanırken bir dağa bile çıkarken ne kadar acze düştüğümü fark ettim. “Dışa yapılan her yolculuk aslında kişinin iç dünyasına yaptığı bir yolculuktur.” O yüzden fırsat buldukça şehrin keşmekeşinden uzaklaşarak tefekkür edebileceğimiz alanlara kendimizi atmamız lazım. Bunun için gerekli olan ise ne para, ne zaman, ne de sosyal çevre. Bunların hepsi gerekli ama bunlar tek başına yeterli değil. Öncelikle kişinin içinden gelen bir istek olması gerekir. Boşnakların da dediği gibi; “yol ile yolcu arasındaki en büyük engel kapının eşiğidir.” İsteyip, cesaret göstererek eşiği geçebilmektedir bütün esrar. Önce zihinlerdeki eşiği sonra da kapıdaki eşiği bir an evvel aşabilmek temennisiyle.